Saturday 12 November 2011

“Biz bu değiliz”



Dün akşam Sayın Rıdvan Dilmen’den en çok duyduğumuz cümleydi herhalde. Gözümün önüne ilginç bir tablo geldi bu yorumları dinlerken. EuroSon’a üye ülke devlet başkanları bir masa etrafında toplanmış “biz bu değiliz” diyorlar birbirlerine, “coşkumuzu kaybettik”. 

“Türk futbolu” aslında başarılıydı. Dünya üçüncüsü olduk. EuroSon da. Herkese ucuz ve bolca kredi vaat edilmişti. Ancak önüne geçilmeyen dönemsel dengesizlikler, yapısal sorunlara, bunlar da içinde bulunulan krize yol açtı. 

Futbolumuzun cari işlemler açığı yetenek eksikliği. Bunu yabancı futbolcuyla gidermeye çalışıyoruz ama bunlar İspanya ve İrlanda’daki gayrimenkul yatırımları gibi. Ekonomik getirisi çok düşük. Dün gece Rıdvan Hoca bir de maçın oynandığı stadı örnek göstererek futbolumuz geri giderken ekonomik anlamda nasıl ilerlediğimizi söyledi. Lakin o stat gibi yatırımlar da ödemeler dengesi cari işlemler açığının kaynağı. Yabancı futbolcudan farkı yok sonuçta. 

Nasıl futbolumuzda uzun zamandır süre gelen düşüş “Hiddink gitsin” ile çözülmezse hem EuroSon’da hem de ülkemizdeki yapısal sorunlar uzun vadeli çözümler üretmeden ortadan kalkmaz. “Biz bu değiliz” baş kaldırışı olumlu ancak uzun vadeli çözümler iyi bir plan, disiplin ve alın teri gerektirir. “Coşku” ancak pastanın kreması olabilir. 
     

Thursday 10 November 2011

Değirmenin Suyu

Öğrencilere ekonomi derslerinde ekonomik büyüme konsepti öğretilirken genelde büyümenin finansmanı kısmı üzerinde fazla durulmaz. Sonuçta büyüme bir harcama ve üretim olarak akıllarda kalır ve bu aktivitelerin nasıl fonlandığı olgusuyla ilgilenilmez. Bu yüzden başta Avrupa olmak üzere birçok gelişmiş ülkenin içinde bulunduğu şu anki durumun büyüme açısından neden çok vahim olduğu pek anlaşılmaz.

Büyümeyi fonlanmanın üç kaynağı vardır: kamu, özel sektör ve yurt dışı.  Başka bir deyişle bu üç ayrı sektörün tasarrufları fonlama yaratır. Stres altındaki EuroSon’da hem kamu hem de özel sektör tasarrufa yöneldi ya da yönlendirildi. Bu tasarruflar da yurt dışı açığını kapatmaya gidiyor.  Ancak devalüasyon olmadan bu kadar tasarruf yaratmak için uzun süre deflasyon gerekiyor. Yani yerel mal, hizmet, iş gücü, varlık fiyatları düşecek. Büyüme hayal. Deflasyon reel anlamda borç yükünü de arttıracak. Bu nasıl çözüm? Kim kimi kurtarıyor?

Bütün bunların ışığında stres altındaki ülkelerde kemer sıkma politikalarını kutlayan piyasalara ne demeli? Tutarsızlık aslında bono fiyatlarının düşüp hisse fiyatlarının nispeten daha iyi performans göstermesinde. Sonuçta hisse senetleri reel ekonomiyi temsil eder. O tarafta haberler berbat. Bonoların ise artan tasarruf fazlalarından dolayı daha iyi performans göstermesi gerekir. Bu da olmuyor çünkü risk primi arttı. Yani hisseler için bir indirgenmiş nakit akımı (DCF) yaparsanız hem paydaki rakamlar zayıflıyor hem de payda yükseliyor. Bunun anlamını ortaokulda öğrenmiştik. Ekonomi ya da finans bilgisi gerektirmiyor.

Bütün bunlara karşı kalan son kale ECB. Kısa vadede tek yol ucu açık bono alımları. Politikacılar top çevirmeye devam etsin yeni ECB başkanını büyük bir sınav bekliyor. Bakalım Alman zincirini kırabilecek mi? QE’nin İtalyancası ne acaba? Yalnız fazla heyecanlanmayalım. Bu alımlar ancak İtalyan bono faizlerini aşağı çeker ve kısa vadede Armageddon’ı önler.  Gerçek anlamda likidite yaratmaz çünkü ECB’nin APİ ile piyasaya verdiği fonları geri alma gibi bir politikası var. Değirmenin suyu bir yerden gelirken başka yerden gider. Ama suyun sesi bile bir kısım yatırımcıyı heveslendirebilir.